Sayfalar

18 Ağustos 2017 Cuma

İstemiyorsan, Kesinlikle Vermek Zorunda Değilsin


Aşağıdaki mektubu Almanya’da doğmuş büyümüş, şimdi 35 yaşlarında olan iki çocuk annesi bir okurum yazmış. Kendisinin izniyle sizinle paylaşıyorum. Okuduktan sonra durumu nasıl değerlendireceğinizi hem okurum hem de ben merak ediyoruz.

***
Geçen gün beş yaşındaki oğlumla aynı yaştaki bir arkadaşının evine gittik.
Oğlum arkadaşına: " Hani bana ana okulunda bahsettiğin futbol kartlarından verecektin,” dedi. Bunun üzerine arkadaşı kartları getirdi.
Annesi eğildi, oğluyla göz teması kurdu ve aynen şu cümleyi kullandı: "Eğer istiyorsan arkadaşına bir kaç tane kart verebilirsin, ama eğer istemiyorsan kesinle vermek zorunda değilsin!”

Bu cümle bende şok etkisi yarattı. Bende
Almanya’da yetişmiş olmama rağmen sizin “Danimarka-Rize-İnek“ kategorisine girenlerdenim. Ilk saniyede alındım, oğlumun üzüldüğünü görünce icim parçalandı ama ikinci dakikada Alman anneyi takdir ettim - Oğluna resmen "İstemediğin bir şeyi" yapmak zorunda degilsin sinyalini gönderdi ve kararı ona bıraktı. “Hiç kimse sana yapmak istemediğin bir şeyi yaptıramaz,” demek istiyordu.

Ben olsam ne yapardım, diye düsündüm sonrasında: Oğlumu kenara çekerdim, " Aaaaa" derdim, “ne kadar ayıp, çabuk arkadaşına bir kaç tane kart ver,” derdim. Hatta çocuğun ne kadar kıymetli futbol kartı var, Ronaldo, Messi hepsini arkadaşının önüne dökerdim. "Madem söz verdin, tutacaksın sözünü,” derdim.

Bu olay bir kaç gece uykularımı çaldı. "Nasıl yetiştirmeliyim," konusunda kaygılıyım - hem kültürümüze bağlı kalsın istiyorum - hem de kendine güvenen , kesinlikle başkalarının zoruyla hayatında bir şeyler yapmak zorunda kalmayan biri olsun istiyorum.
Zor bir durum çıkamıyorum işin içinden.
Düşünüyorum sonra, başımıza ne geldiyse istemediğimiz şeyleri yapmamızdan gelmedi mi?
Saygılarımla ve Almanya dan kucak dolusu selamlarımla hocam....
***
Bana yazdığı için ve sizlerle paylaşmama izin verdiği için anneye teşekkür ediyorum. Gerçekten önemli bir konu.
Sizin yorum ve değerlendirmelerinizi hem bu anne hem de ben okuyor olacağız.
Emek ve zamanınız için teşekkür ederim.

DOĞAN CÜCELOĞLU OLARAK DEĞERLENDİRMEM

11 Ağustos 2017 Cuma günü, “İstemiyorsan, Kesinlikle Vermek Zorunda Değilsin” başlıklı bir yazı ile Almanya’da yaşayan bir Türk annenin mektubunu yayınladım. Bu yazı çok ilgi gördü. Dün, 14 Ağustos 2017 Pazartesi günü, yazılanları değerlendiren “Almanya’daki Anneden Mektup Var” başlıklı yazısını yayınladım. Çocuk yetiştirme konusu olarak başlayan tartışma toplumsal, siyasi, dini ve ekonomik konuları kapsayan geniş bir alana yayıldı.

Bu yazımda kısaca kendi değerlendirmemi yapmak istiyorum. “Benim değerlendirmem en doğru değerlendirmedir” diye bakmıyorum ve böyle bakılmasını da hiç istemem. Konuya birçok açılardan bakılabilir, ben ait olma-birey olma açısından bakmak istiyorum. Daha kapsamlı bir şekilde bu konuyu incelemek isteyen okurlarım “Mış Gibi Yetişkinler,” “İletişim Donanımları,” “İçimizdeki Biz,” “Korku Kültürü,” “Gerçek Özgürlük” ve “Geliştiren Anne Baba” kitaplarımdan yararlanabilirler.

Yaşam bir ekip işidir. İnsanın tek başına anlamlı ve doyumlu bir hayat sürdürmesi mümkün değildir. İnsan hem bir birey olarak vardır hem de halkalar halinde büyüyen aile, kurum, toplumun, insanlığın bir parçasıdır. Tek başına yaşayan bireyin belki hayalinde yaşattığı ve kendisini ait hissettiği grup ya da gruplar vardır. Birey ait olduğu yerde hayatının anlamını keşfeder.
Bazı aileler, kültürler, uygarlıklar ait olma baskın bir anlayış geliştirmişlerdir. Bu ailelerin, toplumların yetiştirdiği insanlar kimliğini ait olduğu aileden, kurumdan, toplumdan, dinden alır. 

Bu aidiyet içinde hayat anlamını bulur. Bu insanlar için yalnızlık kendini ait hissedeceği insan grubunun olmayışıdır. Kollektif kimlik baskındır. Rahmetli Prof. Çiğdem Kağıtçıbaşı “Kültürel Psikoloji ve Kültür Bağlamında İnsan ve Aile” (Evrim Yayınları, 2007) bu konuyu bilimsel olarak derinlemesine irdelemiştir.

Bazı aileler, kültürler, uygarlıklar tarihsel oluşunları içinde birey olma baskın bir anlayış geliştirmişlerdir. Bu ailelerin, toplumların yetiştirdiği insanlar kimliğini ait olduğu aile, kurumdan, toplumdan, dinden almazlar; çocukluktan itibaren aile ve eğitimin yardımıyla kimliklerini kendilerinin inşa etmesine özen gösterilir. Birey hayatının anlamını yaptığı birey baskın seçimlerinde bulur. Bu insanlar için yalnızlık insanın kendinden uzaklaşması, kendiyle ilişki kuramamasıdır. 

Bir birey olarak kendi gözünde var olma, kuracağı ilişkinin temel koşuludur. Bu anlayış içinde ilişkilerini seçmek, kendini inşa etmenin bir parçasıdır. Kollektif kimlik, yeteri kadar vardır, ama baskın değildir. Türkçeye tercüme edilmedi, ama İngilizce okuyanlar için bu konuyu İngiliz filozof tarihçi Lieden Siedentop “Inventing the Individual; The Origins of Western Liberalism” (Penguin Books, Ltd. 2014) adlı kitapta derinlemesine incelemektedir.


Gördüğünüz gibi konu temelde, “hayatının anlamını nerede buluyorsun” sorusuna verilen cevapta yatıyor. “Hayatının anlamını başkalarıyla kurduğun ilişkilerde mi buluyorsun, yoksa kendi özünle kurduğun ilişkide mi buluyorsun?”
Her ikisi de gizli tehlikeleri barındırır: İlkinde gizli tehlike sürüden bir parça olmak ve kendin olarak hiç var olamamaktır. İkincisinde gizli tehlike bencil bir varlık olarak ben merkezli sığ anlamsız bir hayat yaşamaktır.
Ben kendini inşa ederken, özgür seçimleriyle anlamlı bir BİZ’in parçası olarak inşa edebiliyor mu? Bana göre işin sırrı BİZ olmayı başarabilmekte.

Okuduğunuz için teşekkür ederim. Selamlar, saygılar.



Hiç yorum yok :

Yorum Gönder